RAMAZAN, ORUÇ ve SAĞLIK
Prof. Dr. Mustafa Samastı
akademikfikir.org
YAŞANAN ZORLUKLAR, İNSANIN GELİŞİM BASAMAKLARIDIR
Her söz, her mesaj insan içindir. Zira insan zıt özellikleri/yetenekleri arasında akıl ve iradesiyle tercih yapabilen yegane varlıktır. İnsan, öz bilinciyle kendini yönetebilme, olayların farkına varma ve başkalarıyla etkileşimde bulunma, kavramsal düşünme, anlam arayışı, keşfetme, öğrenme, zaman ve ölüm farkındalığı…gibi sayısız özellikleri bir arada kendinde barındırır. İnsanın tutum ve davranışları, onun varlık tasavvuruna, hayatın amacı ile ilgili bilinç düzeyine, inancına ve temel değerlerine göre şekillenir.
Varlıkla ilgili en temel gerçek Kur’an’da ‘kader’ sözcüğü ile ifade edilir. “Muhakkak ki biz her şeyi bir kader üzere yarattık” (Kamer suresi 49).
Bu ayet, her şeyin takdir edilerek belli bir ölçü, düzen, plan üzere yaratıldığını ve dolayısıyla her şeye bir değer yüklendiğini (öz gerçeklik), belli bir amaç ve hedefe hizmet ettiğini, evrende gelişi güzel rastgele hiçbir şey olmadığını açıkça ifade etmektedir. Bu bağlamda insanın hayatında karşılaştığı olayların, zorluk ve engellerin takdir edilmiş olduğu; bunlarla ilgili olarak takınılacak her tutum ve davranışın belli sonuçlar doğuracağı anlaşılır bir durumdur.
Kur’an’da insanla ilgili temel bir gerçek “kebed” (zorluk/meşakkat) sözcüğüyle ifade edilir. “Biz insanı zorlu şartlara göre yarattık” (Beled suresi 4). Bu ayet hayatın zorluklarla dolu bir süreç olduğunu ve aynı zamanda insanın bu zorlukları aşabilecek potansiyelde yaratıldığını ortaya koymaktadır.
Dünya hayatı gerçekte insanın gelişme/tekamül alanı, zorlukla imtihanıdır. Her zorluğun insani gelişim açısından bir hikmet boyutu vardır. İnşirah suresinde “zorlukla beraber kolaylık olduğu” iki kez üst üste vurgulanır. Bu vurgu, zorluğu göze alan insana zorlukla baş edebilecek imkan ve kolaylıklar bahşedileceğini müjdelemektedir. Zorluklara sabretmekle kolaylıklara/istenen hedeflere erişileceği anlamıyla birlikte, her bir zorluğun insan için bir imkan kapısı/fırsat olduğu da anlaşılmaktadır. Esasında, yaşanan zorluklar insanın gelişim basamaklarıdır. En üst basamağa çıkanlar, en fazla zorluğa maruz kalan peygamberler ve derece derece Allah’a yakın olan diğer insanlardır.
İnsan için en büyük zorluk nefsini kontrol altına alabilmek, onun mahkumu değil, hakimi olabilmektir. Zira, fıtrat olarak nefse hem kötülük, hem de kötülükten sakınma (takva) yeteneği birlikte verilmiştir (Şems suresi 8). “Muhakkak ki onu (nefsini) arındıran kurtulmuş, kötülüğe gömen de kayba uğramıştır.” (Şems suresi 9,10).
İnsanın hatalarının sebebi şeytanın gücü değil, nefsinin zaaflarıdır. Dış faktörler etkileyici olsa da belirleyici değildir. İnsan, neticede kendi iradesiyle hareket eder ve bunun sorumluluğu da kendisine aittir. Şeytan, ancak kötülüğe teşvik eder. Nitekim Hazreti Adem “yasak eylemi” gerçekleştirdiğinde, kendisini aldatan şeytanı değil, nefsini suçlayarak hatasından tövbe edip af dilemiştir. (Bakara 37)
İnsan, kendisine tanınmış olan özgür irade/cüzi irade çerçevesinde aldığı kararları ve tercihleri ile kendi kaderini belirler. “Her insanın kaderini kendi boynuna dolamışızdır.” (İsra 13). Bu ayet insanın hayatta aktif görev alması, mücadele etmesi ve sorumluluk üstlenmesi gerektiğini, bütün eylem ve davranışlarının kendi geleceğini belirleyeceğini ifade etmektedir.
RAMAZAN, ORUÇ ve SAĞLIK
Ramazan Ayının Önemi
Ramazan ayı Müslümanlar için hidayet ve hayat rehberi olan Kur’an-ı Kerim ile oruç ibadetini buluşturan en kutsal aydır. Bakara suresinin mukattaa harflerinden sonraki ilk ayetinde “Kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için yol göstericidir.” (Bakara 2) buyurulmaktadır. Müttaki, takva sahibi yani hata ve günah işlemekten sakınan, Allah’ın emirlerini tam anlamıyla yerine getirmeye çalışan demek olup vikaye (koruma/korunma) sözcüğünden türemiştir. Dolayısıyla Kur’anla olumlu anlamda buluşabilmek, ondan hakkıyla yararlanabilmek için takvaya ermek gibi bir zorluk söz konusudur.
İnşirah suresinde vurgulandığı üzere her zorluğu aşmayı sağlayacak bir kolaylığın da insana bahşedilmiş olması gerekir. Bununla ilgili ipucu yine aynı surede verilmiştir. “Ey inananlar sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı ki takvaya ulaşasınız” (Bakara 183)
Böylece oruç ibadeti hem bedensel olarak hem de ruhen arınma sağlayıp günahlara karşı kalkan görevi yaparak insanda yüksek bir bilinç ve tefekkür hali oluşturur. Böylece Kur’an’la sağlam bağ kurabilecek bir takva haline eriştirir.
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara hidayet rehberi, doğru yolun ve doğruyla eğriyi ayırmanın açık delillerini içeren Kur’an bu ayda indirildi. Sizden kim bu aya erişirse oruç tutsun.” (Bakara 185). Ramazan ayı kutsiyetini büyük ölçüde Kur’an’ın kendisinde indirilmiş olmasından alır. Bu açıdan Ramazan ayı oruç ibadetiyle birlikte aynı zamanda Kur’anla buluşma ayıdır.
İnsanın tüm kötü eylemlerinin kaynağı kontrol edilmemiş nefsidir. Nefsin son kalesi açlıktır. Aç bırakıldığında nefsin arzu ve ihtirasları zayıfladığından daha kolay kontrol altına alınır. Oruç, nefsî arzulara karşı insanı güçlü kılar.
Oruç, nefsin azgınlığından korunmanın en etkin yolu, sabır, dayanıklılık ve güçlü bir irade eğitimidir. Helal ve meşru olana karşı getirilen sınırlamanın kazandırdığı bilinç hali haramlara karşı güçlü bir direnç oluşturur. “Ey inananlar, sabır ve namazla yardım dileyiniz. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153).
Başlı başına bir sabır olan oruç, ilahi yardımlara mazhar olabilmenin önemli bir vesilesidir. Oruç, nefsin aşırılıklarını dizginler ve onu sakinleştirir. Dünya hırsından, öfke, şiddet, saldırganlık… gibi olumsuz duygulardan uzaklaştırır. İnsana sükunet ve dinginlik kazandırır. Bütün bunlar şeytanın vesvesesine karşı güçlü bir direnç oluşturur. Çünkü şeytan ancak nefsin zaafları üzerinden insana nüfuz eder.
Oruç, bedeni maddi gıdalardan, nefsi şehevi arzulardan uzaklaştırarak bastırılmış haldeki ruhi melekelerinin açığa çıkmasına vesile olur. Bu yönüyle Ramazan ayı ibadet ve tefekkür açısından son derece verimli bir ortam oluşturur. Nitekim Peygamber efendimiz bu ayın son 10 günü itikafa çekilerek ibadet ve tefekküre yoğunlaşırdı. İtikâf, esas itibariyle maddi ilgilerden uzaklaşarak derin tefekkürle manevi ufuklara yolculuk yapmaktır.
Ramazan ayı, nefis terbiyesiyle birlikte kötü alışkanlıkların kaybolduğu, merhamet duygularının, infak ve yardımlaşmanın zirveye ulaştığı, muhtaçların korunup gözetildiği adeta bir sosyal seferberlik ayıdır.
Ramazan ayı kendisine yeterince itibar gösterenler için maddi ve manevi açılardan tam bir arınma, insani terakki mevsimidir.
Oruçla nefsi temayüller baskılanınca manevi duygular, düşünce ve tefekkür yetenekleri aktifleşir, insani özellikler güçlenir. Aynı zamanda beden de rahatlar, gerginliği azalır, daha sağlıklı hale gelir.
Oruç tutmanın manevi yararları arasında kişinin kendini arındırması, sabır ve iradesinin güçlenmesi, Allah’ın sevgi ve merhametine, günahlarının bağışlanmasına vesile olması, nimetlerin değerini idrak ederek şükretmesi, empati duygusunun gelişmesi, yoksulun halini yakinen anlaması, cömertlik, infak, diğerkamlık özelliklerinin güçlenmesi, idrakinin açılması, zihninin zenginleşmesi, kendini daha huzurlu ve zinde hissetmesi… sayılabilir.
Oruç insanı dengeli ölçülü olmaya sevk eder. Paylaşma, yardımlaşma duygularını besleyerek sosyal dengenin oluşmasına ve toplumsal huzura neden olur. Nefis cimriliğe, bencilliğe yatkındır. Oruç ise insanı sosyalleştirir, cömert ve yardımsever bir kimliğe büründürür.
Ramazan ayının değerini, faziletini en veciz şekilde Peygamber efendimiz ifade etmektedir. Müslim ve Nesai’de yer alan rivayete göre; “Ramazan ayında Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapatılır ve şeytanlar zincire vurulur.”
Oruç ve Sağlık
Oruç insanı aşırılıktan uzaklaştırarak dengeli/ölçülü olmaya sevk eder. Oruç tutmanın manevi olduğu kadar pek çok maddi yararı bulunmaktadır.
Hayat kaynağı olan su, yağmurlarla ölçülü şekilde yeryüzüne indiğinde “rahmet” olarak isimlendirilir; ürünlere, bitkilere, canlılara hayat verir. Aynı su, ölçüsüz şekilde geldiğinde, sel ve taşkınlarla mahsulleri, canlıları telef eder ve bu defa ‘afet’ olarak isimlendirilir. Benzer şekilde insan için gerekli gıdalar, ihtiyaç nispetinde ölçülü alındığında, vücuda yarar sağlarken, ölçüsüz şekilde tüketildiğinde ciddi sağlık zararları oluşturur.
Ölçüsüz beslenme vücuda verdiği zararların yanı sıra, aynı zamanda insanın manevi yönünü de köreltir. Oruç, temelde bir ibadet olmakla birlikte, vücut için de sayısız faydalar sağlamaktadır. Her şeyden önce oruç insana sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırır, psikolojiyi güçlendirir, dokuların, hücrelerin temizlenmesini, yenilenmesini sağlar.
“Otofaji” olarak bilinen mekanizma ile vücudun hasarlı hücre bileşenleri, doku artıkları yıkıma uğratılarak enerji temini ve yapı elemanları olarak yeniden kullanılmaktadır. Kısacası “otofaji” hücrelerin yenilenmesinde bir geri dönüşüm sistemi olarak işlev görmektedir. “Otofaji” terimi yunanca oto (kendi) ve faji (yeme) kelimelerinden türetilmiştir. Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi, otofaji alanındaki çalışmaları ile 2016 yılında Nobel ödülü kazanmıştır.
“Otofaji” vücudun zararlı maddelerden arınması ve böylece dokuların sağlıklı kalmasında, hücrelerin yenilenmesinde, yaşlanmanın etkilerinin azaltılmasında ve hastalıkların önlenmesinde önemli bir mekanizmadır. Oruç ve uzamış açlık evreleri “otofaji mekanizmasını” tetikleyen en önemli faktördür.
Vücut aç kaldığında, ana enerji kaynağı olan glikoz ve glikojenin tükenmesiyle, yağ depoları kullanılmaya başlar. Bu süreçte hasarlı ve gereksiz hücre bileşenleri parçalanarak enerji üretimi ve hücre yenilenmesinde kullanılır.
Otofajinin başta kanser, nörolojik hastalıklar ve enfeksiyonlar olmak üzere birçok hastalığın önlenmesinde veya iyileşmesinde potansiyel bir rolü olduğu kabul edilir. Zira, otofaji mekanizmasındaki bozuklukların bazı hastalıklarla (Tip 2 diyabet, Parkinson, kanser…) ilişki gösterdiği bulunmuştur.
Diğer yandan uzamış açlığın kök hücrelerin bağışıklık hücrelerine dönüşmesini uyararak, ayrıca hasarlı hücrelerin temizlenmesini sağlayarak bağışıklık sistemini güçlendirdiği gösterilmiştir. Bütün bu nedenlerle aralıklı açlık ve orucun; daha sağlıklı olmanın, genç kalmanın, sağlıklı kilo vermenin ve ömrü uzatmanın önemli bir yolu olduğu kabul edilmektedir.
“Otofaji” hücre düzeyinde gerçekleşen doğal bir yenilenme süreci olarak başta sinir sistemi hastalıkları (Parkinson, bunama) olmak üzere pek çok hastalığa karşı koruma sağlamaktadır. Hayvan deneylerinde aralıklı açlık sürecine tabi tutulan hayvanların daha sağlıklı olduğu ve daha uzun yaşadığı tespit edilmiştir.Farelerle yapılan bir araştırmada bir gruba günün 12 saatine sınırlı yemek verildiği halde diğer gruba kısıtlamadan yemek verilmiştir. Kısıtsız gruptakilerde obezite, diyabet, kalp hastalığı, karaciğer hasarı gibi hastalıklar geliştiği halde, sınırlı sürede yemek verilenlerde bunların hiçbiri görülmemiştir. Ancak, hasta hayvanlar sınırlı sürede yemeye döndürüldüğünde yeniden sağlıklarına kavuşmuştur.
Oruç, beyinde kök hücre oluşumunu destekleyerek Alzheimer, Parkinson, bunama gibi nörolojik hastalıklara karşı koruyucu etki gösterir; zihinsel, mental fonksiyonların gelişmesini sağlar. Psikolojik olarak da kişinin kendini iyi ve güçlü hissetmesine neden olur.
Orucun insülin direncini azalttığı, kan şekerini dengelediği gösterilmiştir. Bu nedenle oruç ve aralıklı açlığın diyabet ve komplikasyonları üzerinde olumlu etki göstereceği, tip 2 diyabetiklerde insülin ihtiyacını azaltabileceği varsayılmaktadır.
Oruç, kolesterol ve lipit seviyelerinde düzelmeye neden olabilmekte, yağ depolarının enerji kaynağı olarak kullanılmasıyla sağlıklı kilo verilmesini sağlamaktadır.
Düşük enerjili diyet ile aralıklı açlık/oruç karşılaştırılmasında, aralıklı açlık/orucun yağ kitlesinde daha fazla azalmaya neden olduğu görülmüştür. Kilo kontrolü, eklem kireçlenmesi (osteoartrit) riskini ve artrit şikayetlerini azaltmakta, karaciğer yağlanmasını ortadan kaldırmaktadır. Genel olarak oruç metabolizmayı dengeler, sindirim sistemini dinlendirerek onarımını sağlar, karaciğer, böbrek, mide, bağırsak ve cilt sağlığını olumlu etkiler.
Oruç, aynı zamanda vücudun bağışıklık sistemini güçlendirerek kanser riskini azaltır.
Oruçlu dönemde büyüme hormonunun daha fazla salgılandığı ve bunun da kasların güçlenmesinde etkili olduğu belirtilmektedir.
Orucun vücuttaki enflamasyon (iltihabi olaylar) üzerinde olumlu etkiler gösterdiği, tansiyonu dengelediği bilinmektedir.
Kısaca toparlayacak olursak; oruç tutan sağlık bulur.
Oruç vücudun bir onarım ve yenilenme süreci olup, savunma/bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı direnç oluşturur. Otofajiyi uyararak doku ve hücrelerin yenilenmesini sağlar. Kanser, Alzheimer, Parkinson, tip 2 diyabet gibi hastalıklara yakalanma riskini azaltır. Oksitatif stres, inflamasyon/iltihabi olayları azaltır. Kolesterol, trigliserid seviyelerinde olumlu etkiler yaparak kalp sağlığını korur. Psikolojik ve bedensel rahatlama sağlar, stresi azaltır, zihinsel aktiviteyi arttırır. Genel olarak vücudu zor şartlara karşı güçlendirir.
“……eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 184)
Ramazan Orucu ile Aralıklı Açlığın Farkları
Aralıklı açlık; kilo verme, genç kalma, sağlıklı olma, kan şekerini kontrol etme, inflamasyonu azaltma… gibi amaçlarla uygulanan günün belirli bir zaman diliminde kısıtlı şekilde yemek yeme tarzı olup değişik şekillerde uygulanabilmektedir. Bunlar arasında 8 saatlik yeme ve 16 saatlik açlık evresi en sık uygulanandır. Ayrıca günde tek öğün yeme, haftanın 2 günü düşük kalorili (500- 600 kalori) diyet, yahut haftanın 1-2 günü hiç yemek yememek gibi uygulamalar da bulunmaktadır.
Aralıklı açlıkta belirli bir zaman periyodu olmadığı gibi, açlık evresinde sıvı tüketimi de serbesttir. Ramazan orucu ise belirli bir ay boyunca, gün ağarmasından gün batımına kadar yeme, içme ve cinsi faaliyetlerden uzak durmayı gerektirir.
Ramazan orucu, İslam dininin temel ibadetlerinden biridir ve tutanlara kazandırdığı manevi haz ve huzur hali ile aralıklı açlık türlerinden temelde farklılık gösterir. Ramazan orucu nefsi terbiye ederek takvaya erişilmesini sağlar. Birey ve toplum için olumlu, huzurlu bir ortam oluşturur.
Müslümanlar, Allah için yaptıkları bu fedakarlığın kendilerine her yönüyle büyük yararlar sağlayacağına inanarak bu ibadetlerini gerçekleştirir ve başardıkları ölçüde kendilerini mutlu hisseder. Ayrıca, Ramazan ayının getirdiği manevi iklim, insani ilişkilerde, sosyal faaliyetlerde pozitif yönde ciddi canlanmaya neden olur. Hem kişi hem de toplum üzerinde olumlu etkiler yapar. Sosyal problemleri azaltır. İnfak, yardımlaşma faaliyetleri, toplu ibadetler çoğalır.
Ramazan orucunun toplu şekilde tutulması başlı başına büyük bir motivasyon sağlar.
Ramazan ayının kameri takvime göre bütün bir yılı dolaşması da farklı iklim şartlarına ve değişen oruç sürelerine kişinin bedenen ve ruhen uyum göstermesi açısından büyük önem taşır. Böylece kişinin zorluklara direnme yeteneği gelişir.
Kilo verme ve vücudun yağ kitlesinin azaltılması bakımından da normal oruç ile aralıklı açlık arasında farklar vardır. Normal şartlarda vücudun ana enerji kaynağı glikozdur. Gıdalarla vücuda alınan glikoz, insülin hormonu tarafından hücre içine alınarak enerji üretiminde (ATP’ye dönüşerek) kullanılır. Hemen kullanılmayan glikoz polimer şeklinde (glikojen) depo edilir. Glikojen vücutta en fazla çizgili kaslarda ve daha az oranda karaciğerde depolanır. Açlık durumunda, kandaki glikoz seviyesi depolardaki glikojenin serbestleşmesiyle dengelenir.
Vücut ihtiyaçtan fazla enerji kaynağını yağ dokusu olarak depolar.Yağların yakılması karbonhidratlara göre daha zor olduğundan, glikojen depoları tükendikten sonra bu yedek enerji kaynağı (yağlar) kullanılmaya başlar.
Depolardaki glikojen miktarı açlık durumunda 8-12 saat içinde tükenir. Sık yemek yiyenlerde sürekli şekilde glikojen depolandığından enerji ihtiyacı için yağ depolarının kullanımına ihtiyaç olmaz.
Egzersiz ve fiziki aktivite metabolizmayı hızlandırarak glikojen tüketimini artırır. Tempolu yürüyüş kas kitlesini harekete geçirdiğinden metabolizmayı etkin bir şekilde hızlandırır. Kas kütlesi en büyük glikojen deposu olduğundan insanın aktif olduğu gündüz saatlerinde tutulan normal oruç, iftar ve sahurda ölçüsüz yemek yenmediği sürece, fazla yağların yakılmasında aralıklı açlık yöntemlerine göre çok daha etkindir. Zira, aralıklı açlık yöntemlerinin çoğunda açlık periyotları genellikle istirahat dönemlerini kapsamaktadır.
FAZLA KİLO ve OBEZİTE SORUNU
Vücudun hücre doku ve organlarının sürekli şekilde enerji ve temel yapı elemanlarına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın karşılanması için karbonhidrat, protein, yağ, vitamin ve mineralleri içeren gıda maddelerinin belli bir ölçüde alınması gerekir. Yetersiz veya tek yanlı beslenme, ihtiyaca yetmediği gibi, ölçünün aşılması da vücut için ağır bir yük, ciddi sağlık sorunları oluşturur.
Dünyanın belli yerlerinde yetersiz beslenme/açlık olmakla birlikte, küresel boyuttaki en büyük sağlık sorunu aşırı/ölçüsüz beslenmeye bağlı fazla kilo ve obezitedir.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre batı ülkelerinde erişkinlerin yarıdan fazlası aşırı kilolu veya obez durumdadır.
Türkiye’de aşırı kilolu olanların oranı erişkin nüfus için %60 dolayındadır. Obezite oranı ise erkeklerde %22 kadınlarda %36 olmak üzere ortalama %30 kadardır.
CDC verilerine göre ABD de erişkinlerde aşırı kiloluların oranı% 70’i aşmış olup, obezlerin oranı ise 2000-2020 yılları arasında %30.5’tan %41.9’a yükselmiştir.
Obezite, çok faktörlü kompleks bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. Pek çok hastalık riskinin yanı sıra, normal kilolulara göre ölüm oranlarında artış söz konusudur. Ölçüsüz beslenme ve obezite, insülin direnci, tip 2 diyabet, hipertansiyon, kalp dolaşım sistemi hastalıkları, hiperlipidemi, metabolik sendrom, hormonal dengesizlik, solunum problemleri, uyku apnesi, reflü, karaciğer yağlanması, hareket zorluğu, iskelet sistemi problemleri, psikolojik sorunlar, çeşitli kanserlerin daha kolay gelişmesi… gibi pek çok ciddi sağlık sorununa zemin oluşturan, adeta bir hastalıklar konsorsiyumudur.
Aşırı yağışın afete yol açması gibi, aşırı gıda da bedeni ifsat etmektedir. Obezite, hem bizatihi bir hastalık hem de vücudun pek çok sistemini olumsuz etkileyerek çeşitli başka hastalıklara kapı açan ciddi bir sağlık sorunudur.
Yağ kitlesi belli bir metabolik aktivite göstererek tüm vücut sistemlerini etkilemektedir. Yağ hücrelerinin salgıladığı hormon ve kimyasallar sağlık sorunlarına neden olabilen bir dizi etkiler oluşturabilmektedir.
Obez kişilerde hastalıklar daha sık görülür, daha ağır seyreder ve tedavi maliyetleri normal kişilere göre %30 daha yüksektir. ABD’de obezite tıbbi maliyetinin yıllık 173 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir.
Fazla kilo ve obezite ile tip 2 diyabet, hipertansiyon ve kalp damar hastalığı ilişkisi sırasıyla %80, %55 ve %35 bulunmuştur.
Obezite ile değişik kanser türleri (kolon, prostat, meme, yumurtalık, safra kesesi, rahim, karaciğer, mide, yemek borusu, böbrek, beyin, tiroit, pankreas…) arasında ilişkiler bulunmaktadır. Mekanizma tam olarak bilinmemekle birlikte hormonal dengesizlik, kronik inflamasyon ve immun mekanizmalarının rolü olduğu tahmin edilmektedir. Obezite kanser ilişkisi kanserden korunma ve kontrol açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu sayılanların dışında obezite ciddi hareket problemlerine, üreme ve cinsel fonksiyonlarda sorunlara, gebelik komplikasyonlarına, adet bozukluklarına, aşırı kıllanmaya, böbrek rahatsızlığına… yol açabilmektedir.
Obezitenin Arka Planı
İnsan, akıl bilinç ve iradesiyle hem kendine hem de topluma karşı sorumluluk sahibidir. Bu çerçevede, ilahi rehberlik ekseninde, nefsini kontrol etmesi ve ölçülü davranması beklenir. Ancak, günümüzde hakim konumdaki liberal/materyalist dünya görüşü bencil, narsist bir insan prototipi ortaya çıkarmaktadır. Bu insan tipi için azami yarar sağlama (yararlandırma değil), haz, çıkar, kazanç hırsı… temel motivasyon unsurlarıdır.
Kapitalist sistem için öngörülen insan/toplum profili tüketici/tüketim toplumudur. Gerçek ihtiyaçlar değil, kışkırtılmış, yönlendirilmiş ihtiyaçlar toplumda kanaat duygusunu yok ederek tatminsizliği, hırs ve açgözlülüğü beslemekte, daima daha çok, daha iyi, daha güzel olana yönelme ihtiyacı oluşturulmaktadır. Bu sistemde ekonomi belirleyici ve toplumun nihai hedefi olmuştur. Gerçekte tüketilen, hayatın ve insanın bizatihi kendisidir. Konfora erişme tutkusu insanları, emeğini, zamanını, bedenini tüketen modern köleler yapmaktadır.
Beslenme insanın temel bir ihtiyacı olarak yeterli, ölçülü ve dengeli olmalıdır. Fakat, psikolojik tatmin, eğlence, zevk, şehvet… unsurlarının devreye girmesiyle, kontrolsüz, ölçüsüz, çarpık bir tüketim anlayışı bedenin de tüketimiyle sonuçlanmaktadır. Bedenin tüketimi, toplumda yeni tüketim alanları (sağlık, estetik, diyetisyenlik, psikolojik danışmanlık…) oluşturmaktadır.
Obezite nedenleri arasında aşırı ve yanlış beslenme, yetersiz fiziki aktivite dışında başka nedenler de bulunmaktadır. Bunlar arasında genetik, hormonal ve metabolik faktörler önemlidir. Psikolojik, sosyokültürel faktörler, bazı ilaçlar (antidepresanlar gibi), alkol kullanımı, yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi gibi faktörlerin de obezite oluşumunda değişik rolleri bulunmaktadır.
Dünya hayatı insanın kendi varoluş gerçekliğini açığa çıkaracağı bir eğitim/imtihan alanıdır. Dünyada şişirilmiş istek ve arzularını tatmin peşinde koşturanlar, nefsinin esiri olanlar, sonuçta ancak tatminsizliğe erişirler.
Aşırı Yemenin Görünmeyen Yüzü
Yemek yemenin görünen yüzünde hangi sıklıkta ne kadar ve ne çeşit yediğimiz, ne kadar karbonhidrat, protein, yağ, vitamin ve mineral aldığımız…söz konusudur.
Yemek yemenin görünmeyen yüzünde ise yiyip-içtiklerimiz aracılığı ile vücudumuza giren kimyasallar, insektisitler, gıda katkı maddeleri, tarım ilaçları, ağır metaller, afla toksinler, hormonlar, antibiyotikler, deterjanlar, plastik artık maddeleri, biyolojik zehirler, radyoaktif artıklar, bakteri, virüs gibi mikroorganizmalar parazitler, prionlar; ayrıca GDO’lu ürünler, özel işlem görmüş gıdalar… gibi tüketicilerin pek fark edemeyeceği pek çok zararlı unsur yer almaktadır.
Yaşadığımız evren elementler, inorganik ve organik bileşiklerden, yani kimyasallardan oluşur. Kimyasal içermeyen bir hayat söz konusu değildir. İnsan vücudu da bir kimya makinesi gibi çalışır. Bütün bunlara karşılık, kimyasal kirlilik olarak nitelenen esas problem, insan kaynaklı faaliyetlerle oluşturulan, endüstriyel işlemlerde kullanılan ve doğada normalde bulunmayan kimyasalların çevre ve canlılarla zarar vermesidir. İnsan vücuduna yabancı olan bu sentetik kimyasallar günlük yaşamın her alanını (gıda saklama kapları, makyaj malzemeleri, parfümler, kozmetikler, oyuncaklar, halılar, mobilyalar…) doldurmakta, hava, su, toprağı kirletmekte ve gıda zinciri yoluyla da insan sağlığını tehdit etmektedir.
Tarım ilaçları (pestisitler, herbisitler) gıda ürünlerine (sebze, meyve, tahıllar), hayvanların et, süt ve yumurtalarına ulaşarak insanda çeşitli sağlık zararları yapabilmektedir.
Sanayi, tarım, temizlik işlemlerinde kullanılan 350.000’i aşkın kayıtlı kimyasal bulunmaktadır.
Eurostat verilerine göre Avrupa Birliği’nde yılda 300 milyon ton kimyasal tüketilmekte olup bunların üçte iki kadarı sağlığa zararlı olarak sınıflandırılmaktadır. Avrupa Birliği’nde tescil edilen kimyasal sayısı 20 binin üzerindedir.
Hayvan besiciliğinde kullanılan antibiyotikler, hormonlar, süt ve et ürünleri aracılığıyla, başta alerji olmak üzere çeşitli sağlık problemleri oluşturabilmektedir. İnsektisitler ve tarım ilaçları hayvan yemleri vasıtasıyla et, süt, yumurta, balık gibi gıdalara geçmektedir.
Aflatoksinler sıcak, rutubetli ortamlarda çeşitli gıdalarda, tahıl ve tahıl ürünlerinde küf mantarlarının oluşturduğu en güçlü karaciğer kanseri yapan zehirlerden biridir. Yemlerle hayvani ürünlere de geçebilen bu toksinler sinir sistemi, karaciğer, böbrek bozukluklarına neden olmaktadır.
Sanayi atıklarıyla kirlenen denizlerde, göllerde yetişen su ürünlerinde kadmiyum, civa…gibi toksik maddeler yüksek oranlarda bulunabilmektedir.
Gıdalara lezzet, aroma kazandırmak için çok sayıda sentetik kimyasal kullanılmaktadır. Bunlar kaşıntı, egzama gibi cilt problemlerinden, alerjik olaylara, hormonal bozukluklara, kansere varıncaya kadar pek çok sağlık problemine yol açabilmektedir.
Etlere taze görünüm kazandırmak için kullanılan nitrat ve nitritler, kızartma sırasında nitrozamin oluşturarak mide kanseri riskini arttırmaktadır.
Plastik ürünlere istenen şekli vermek için kullanılan kimyasallar (bisfenol A, dioksinler bifeniller, ftalatlar) gelişim bozukluğu, obezite, diyabet, kısırlık… gibi sağlık problemleri yapabilmektedir.
Lezzet arttırıcı olarak kullanılan monosodyum glutamat (Çin tuzu) sinir sistemi bozukluklarına (Alzheimer, Parkinson, epilepsi) ve obeziteye neden olabilmektedir.
İnsan vücuduna giren zararlı kimyasallar çoğunlukla yağ dokusunda birikerek uzun vadeli etkiler yapabilmektedir.
Gıdalar aracılığıyla insana geçen zararlı faktörler son derece geniş bir konu olup ancak fikir verme kabilinden birkaç örneğe yer vermiş olduk.
Buradan çıkarılacak açık mesaj şudur: Ne kadar dikkat edersek edelim, güvenilir olanla olmayan gıdaları her zaman anlama/ayırt etme imkanımız yoktur. Söz konusu zararları minimuma indirebilmenin etkin ve pratik yolu az ve ölçülü yemektir.
ÖLÇÜLÜ ve DENGELİ BESLENMENİN KURALLARI
Ölçülü, dengeli beslenme, vücudun ihtiyacı olan besinlerin sağlığı koruyacak şekilde, uygun öğünlerde alınmasıdır. Beslenme planında temel besin öğelerini (protein, karbonhidrat, yağ, vitamin mineral) içerecek farklı gıda grupları ve çeşitlerine yer verilmelidir.
Değişik protein (kırmızı et, tavuk, balık, yumurta, süt ve süt ürünleri, baklagiller…) ve karbonhidrat (meyve, sebze, tam tahıllar…) kaynakları münavebeyle tüketilmeli, başta zeytinyağı olmak üzere doğal yağlar tercih edilmelidir.
Gıdalar, beslenme tarzı ve insan sağlığı arasında çok yakın ilişki vardır. Özellikle günümüzde tüketilen gıdalar, vücut için gerekli maddelerin yanı sıra, birçok zararlı unsur da (mikroorganizmalar, toksik kimyasallar, katkı maddeleri…) içermektedir. Ayrıca ölçüsüz ve dengesiz beslenmeye bağlı pek çok sağlık sorunu (obezite, diyabet, hipertansiyon, kalp damar hastalıkları…) oluşabilmektedir.
Doğal olmayan konserve türü gıdalar, posa içermeyen, fazla kalorili, aşırı yağlı besinler, aşırı et tüketimi, yanmış biftek, yanmış yağ, alkollü içecekler, gıda katkı maddeleri ile kanser gelişimi arasında önemli ilişkiler bulunmaktadır. Bu açıdan öncelikle ölçüyü aşmamak kaydıyla taze günlük ve doğal gıdalarla beslenmeye özen gösterilmeli, mevsimlik sebze ve meyveler tercih edilerek gereksiz kimyasallardan uzak kalınmalıdır.
Bazı çalışmalarda demans (bunama) ile bazı yiyecek türleri arasında ilişki olduğu tespit edilmiştir. Bunların arasında yüksek doymuş/trans yağ içeren gıdalar (cips, kraker, bisküvi, fast food ürünleri, hazır yemekler…) önemli bir yer tutmaktadır. Trans yağlar, yiyeceklerin uzun raf ömrüne sahip olmasını sağladığından, gıda sanayiinde çok fazla kullanılmaktadır. Ancak bu yağlar ciddi sağlık sorunlarına (kalp damar hastalıkları, diyabet, obezite, yüksek kolesterol…) neden olduğundan birçok ülkede kullanımları kısıtlanmış veya yasaklanmıştır. Yağda kızartılmış, ultra işlemlerden geçmiş gıdalar, şekerli veya tatlandırılmış gazlı içecekler ve aşırı alkol tüketimi de benzer etkiler oluşturabilmektedir. Fazla şekerli gıdalar, diyabet riskini arttırarak, fazla tuzlu yiyecekler ise yüksek tansiyona yol açarak dolaylı şekilde bunama riskini artırırlar.
Sağlıklı beslenmek için mümkün olduğunca işlenmiş, ambalajlı, uzun raf ömürlü gıdalardan kaçınılmalı, kuruyemişlerin (badem, fındık, fıstık, çekirdek…) kavrulmamış olanları tercih edilmelidir. Rafine/beyaz unlu gıdalar yerine daha fazla lif ve besin içeren tam tahıl ürünleri tüketilmelidir. Et gibi protein ağırlıklı gıdaları tahıl ve sebzelerle dengeleyerek kullanmak daha uygundur. Vücudun vitamin ve mineral ihtiyacını karşılamada değişik renklerdeki sebze ve meyvelerden istifade edilmelidir. Şekerli içecekleri mümkün olduğunca azaltmak veya hiç kullanmamak gerekir.
Günümüzde, dünyada yaşanan en büyük sağlık sorunu ölçüsüz/ aşırı beslenmenin yol açtığı fazla kilo ve obezite konusudur. Bu açıdan bakıldığında uzun ve sağlıklı yaşamanın da en temel faktörü az yemek olarak görülmektedir.
Sağlıklı beslenmeye ilişkin en etkin tavsiyeler 1400 yıl önce Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından ortaya konmuştur. Bu tavsiyeler arasında “az yemek, acıkmadan yememek, doymadan bırakmak” beslenme sağlığının özünü oluşturmaktadır.
“İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kab doldurmamıştır. Bir kaç lokma insana belini doğrultmak için yeter. Ancak çok isterse, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe ayırsın, diğer üçte birini de nefes için boş bıraksın.” (Tirmizi, Zühd,47)
Böylece Peygamberimiz tıka basa doyuncaya kadar yemeyi tasvip etmemiştir. “Mü’min bir mideyle, (tek kişilik) kâfir ise 7 mideyle (7 kişilik) yer.” (Buhari, Et’ime,12) “Kişinin her canının çektiğini yemesi israf olarak yeter” (İbni Mace, Et’ime,51)
Kur’an-ı Kerim’de de helal ve tayyip (temiz/ iyi, fıtratı / asli özelliği bozulmamış) gıdaların israfa kaçılmadan, ölçülü şekilde tüketilmesi ve bu hususta aşırıya kaçılmaması gerektiği vurgulanır. (Bakara 57,168,172,Maide 4,5,88,Araf,157,Taha,81)
İsraf sadece gereksiz tüketim değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, bedenin israfı /aşırı yük altında ciddi zararlara uğratılmasıdır.
Aşırı ve ölçüsüz yemenin hakikati inkar edenlerin (kafirlerin) bir özelliği olduğu Kur’an’da belirtilerek hayvanların yemesine benzetilir. “…..küfredenlere gelince, onlar zevklerinin peşinde koşarlar ve hayvanlar gibi yerler.Varacakları yer ateştir.” (Muhammed, 12)
Peygamberimizin yeme içme ile ilgili diğer tavsiyeleri arasında ‘Yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanması’, ‘Besmele ile başlayıp, sağ elle yenilmesi’, ‘Suyun tek nefeste değil, dinlene dinlene, yudum yudum içilmesi’ dikkat çekici hususlardır.
Suyun yavaş şekilde yudum yudum içilmesi, özellikle sindirim yolu enfeksiyonları açısından büyük önem taşır. Zira katı gıdalar, aşırı miktarda olmadığı sürece, midenin asit salgısı (hidrolik asit) ile yeterince karıştıktan sonra barsağa geçer ve bu işlem sırasında canlı mikroorganizmalar tamamiyle tahrip olur.
Buna karşılık sıvılar, özellikle fazlaca alındığında, mide asidi ile karışmadan hızlı bir şekilde mideyi terk edebilmektedir. Bu nedenle, sindirim kanalı enfeksiyonlarının büyük çoğunluğu su ve içecekler aracılığıyla oluşmaktadır. Su ve sıvıların yavaş şekilde, küçük porsiyonlar halinde alınması enfeksiyon riskine karşı etkin bir korunma sağlar.
İbni Sina (980-1037) bin yıl önce yazdığı “El’kanun fit Tıp” eserinde günümüze de ışık tutan son derece önemli pratik beslenme tavsiyelerinde bulunmaktadır.
İşte onlardan bazıları:
“Sağlığını korumak isteyen asla tam olarak doymamalıdır.”
“Gerçek şekilde acıkmadan yememelidir.”
“Önceki yemeği sindirmeden, (mide boşalmadan) tekrar yemek kadar sağlığı bozan bir durum yoktur.”
“Yemekten hemen sonra fazla su içmek hazmı zorlaştırır. Besinler mideyi terk ettikten sonra içilmesi daha uygundur.”
“Yemekten sonra hafif yürüyüş hazmı kolaylaştırır.”
“Düzenli şekilde ve günde iki öğün (sabah akşam) yenilmelidir.”
“Suyu kaynatmak hastalık yapıcı unsurları gidererek suyu temizler.”
“Şüpheli sular sirke eklenerek güvenli güvenli hale getirilebilir.”
“Suyu kar/buz ile soğutma işlemi su kabının dışından yapılmalıdır. Zira bunlar çözünmüş zararlı maddeler içerebilirler.”
Vücudun temel enerji kaynağı olan glikoz (şeker) insülin hormonu tarafından hücre içerisine sokuldukdan sonra kullanılır. Gıda maddelerinin kan şekerini yükseltme hızı, saf glikozla karşılaştırılarak, “glisemik indeks” olarak değerlendirilmektedir.
Glisemik indeksi yüksek gıdalar, çoğunlukla rafine halde karbonhidrat içeren (beyaz un, nişasta, şeker, beyaz pirinç, patates… gibi) ürünlerdir. Bunlar kan şekerini hızla yükselterek insülin salgısını kamçılar ve bunun sonucunda kısa sürede kan şekerinde düşüşe neden olurlar. Bu durum açlık hissine, sık ve aşırı yemeye neden olur. Tedbir alınmadığı takdirde, kilo artışı, obezite, diyabet ve diğer çeşitli sağlık sorunlarının oluşması kaçınılmaz hale gelir.
Düşük gilisemik indeksi gıdalar (et, yumurta, süt ürünleri, baklagiller, kepekli tahıllar, sebzeler, şeker oranı düşük meyveler, kuruyemişler…) kan şekerinde ani artışlar yapmadığından insülin seviyesi daha düzenli olur ve bu gibi gıdalar uzun süreli tokluk hissi oluştururlar.
Ölçülü ve sağlıklı beslenmenin en önemli adımı kişinin kendini disipline etmesi, ne yediğine, ne kadar yediğine dikkat etmesidir.
Belli bir öğün düzeni, sağlıklı beslenmede önemlidir. Öğün atlama, kan şekerini düşürerek aşırı yeme isteğine neden olabilir.
Yemeğe başladıktan sonra tokluk hissinin oluşması, midenin dolması ile değil yemeğin mideden ince bağırsağa geçmesi ile ilişkilidir. İnce barsaktan salgılanan hormonlar (tokluk hormonları) beynin hipotalamus bölgesindeki merkezi uyararak, tokluk hissini oluşturur. Tokluk hormonu salgısı, yemeğe başladıktan 15-20 dakika sonra başlayarak 30-60 dakikada zirveye ulaşır ve sonraki saatlerde giderek azalır.
Tokluk hormonları proteinli yağlı yemeklerden sonra fazla miktarda, karbonhidratlı/şekerli besinlerden sonra ise daha az oranda artış gösterir.
Tokluk hissi midenin doluluğu ile değil, beyinle ilişkili olup, yemekten sonra belli bir sürede oluşur. Bu nedenle özellikle hızlı yemek yiyenler, mideleri dolduğu halde, kendilerini hala aç hissederek ölçüyü kaçırırlar. Kısa bir süre sonra da karın şişliği, gerginlik, sancı gibi belirtilerle aşırı yemiş olduklarının farkına varırlar.
Aşırı yemenin önüne geçmede yemek süresini uzatmak, ağır ağır, iyi çiğneyerek yemek, yemek sırasında sohbet etmek yararlı olur.
Tokluk hissine göre hareket etmek ölçülü yeme konusunda yapılacak en büyük hatadır.
Doyma hissine aldanmamak için baştan porsiyon kontrolü yapmak ya da henüz yeme isteği varken, tam doyuma ulaşmadan yemeği bırakmak gerekir.
Sağlıklı beslenmenin en güvenilir yolu, evde günlük hazırlanmış gıdalarla beslenme, hazır /ticari gıdalardan mümkün olduğunca uzak durmaktır.
Normal öğünler dışında, sosyal hayatta çeşitli etkinliklerde sıklıkla karşılaşılan kokteyl tarzı ikramlara karşı da dikkatli/mesafeli olmaya özen gösterilmelidir. Çoğunlukla bu gibi ikramların sağlığa uygunluğu ve güvenilirliğinin yanı sıra, gerçek ihtiyaçla ne derece örtüştüğü pek dikkate alınmadan onlardan istifade(!) edilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte, istifade/ yarardan çok sağlık açısından zararları söz konusu olabilmektedir.
Bu konudaki önerim; “Yediğim Değil, Yemediğim Kârdır” telkiniyle kararlı bir tutum sergileyerek, hem muhtemelen yarardan çok zarar verecek gıda ve içeceklerden korunmuş olmanın, hem de iradesine hakim olmayı başarmanın çifte mutluluğuna erişmekdir.
Ölçülü olmak, kendisiyle dost olmaktır. Nefsin arzularına uymak, bedene zulmetmek, hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Bedenimiz gerçekte bize ait olmayan, kıymetli ve geçici bir emanettir. Emanete riayet, büyük bir sorumluluktur. Başarı Allah’tandır bize düşen gayrettir.