Prof. Dr. Cihan Okuyucu
KERBELA
Düştü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâya
Cibril var haber ver sultan-ı enbiyaya
Elli beş yıllık ömrünün bütün sıkıntılarına bedel olan o birkaç gün içinde, daha bir beyazlayan sakalı kumlara bulanmıştı. Dedesinden hatıra olan sarığı başından uçmuştu ve saçları kan içindeydi. Günlerdir su değmemiş ve yol yol çatlamış dudaklarından sızan kan, çölün kızgın kumlarını suluyordu. Kolları kılıçla budanmış, vücudu mızrak darbeleriyle didik didik deşilmişti. Bu kan revan içindeki baş, bu külçeye dönmüş vücut ve bu çatlamış dudaklar hep onundu. Onun, o cennet gençlerinin şahının… O Hüseyin’di.
O Hüseyin’di. Güzel yüzüne ölüm meleğinin gölgesi düşmüştü ama hala nefes alıp veriyordu ve hâlâ şuuru yerindeydi. Zorlukla göz kapaklarını kaldırarak çevresine bakındı. O gözlerini açınca etrafındaki silâhlı insanlar irkildiler ve gerilediler. Hiç kimse kendisinde o öldürücü son darbeyi vuracak gücü bulamadı. Çünkü yerde yatanın kim olduğunu biliyorlardı. Yardıkları bu başın hangi mübarek ellerle okşandığını, hangi dudaklar tarafından öpüldüğünü.. Doğradıkları bu kolların hangi boyna dolandığını, bu kan bohçasına döndürülmüş vücudun küçüklüğünde hangi dize oturtulduğunu.. Bu yatanın hangi şahlar şahının göz bebeği ve hangi kutlu bahçenin gönül meyvesi olduğunu.. Bunları hep biliyorlardı. Kerbelâ çölünün yakıcı kumlarına dağılan vücut işte onun vücuduydu. Dedesinin “cennet gençlerinin şahı” dediği Hüseyin’in. Nasıl olmuştu. Bütün bu olmazlar nasıl olabilmişti.
Hüseyin’in şuuru hâlâ yerindeydi ve geçmiş bir tayf gibi şuurunda akıyordu. Nereden nereye gelmişti, nasıl gelmişti hatırlıyordu. Bu kerb ü bela çölü Kerbela’ydı. Şuradan akan derya gibi nehir Fırat’tı. Ve burada o bir yudum suya hasret ölüyordu. Kendisini çağıran şehir birkaç konak ötedeydi ama çağıranlardan hâlâ bir haber yoktu. O onlar için, onların hukuku adına oradaydı. Ya berikiler neredeydiler. Niçin onu çağırmış sonra niçin ihanet etmişlerdi. Hangi sebeple onu ve bir avuç akrabasını getirmiş sonra ejderin ağzına atmışlardı. Cevap yoktu, çünkü bunun adı kaderdi. Habil ile Kabilin macerası, bu insanlığın ezelî ve ebedî trajedisi burada bir kere daha sahnelenecekti çare yok. Bu sahnede kiminin payına zulüm düştü, kiminin ihanet.. Bazıları menfaat için oradaydılar, bazıları korktuklarından. Kimisi siyah, kimi simsiyah, kimi gri ve kahverengiydi. Bunların hepsi bir ihtirasın, bir iktidar kavgasının gönüllü-gönülsüz figüranları idiler. Ve bunlar kalabalık, çok kalabalıktılar.
Beride bu zulmet denizinin karşısında beyaz olan, bembeyaz olanlar yer almıştı. Zaten bundan başkası o nur kümesi içinde nasıl yer alabilirdi ki. Hepsi hepsi yetmiş üçü erkek olan yüz kişiydiler.. Peygamber ailesinin çekirdeği, özü, esası hep oradaydı. Hasan ve Hüseyin’in çocukları, Şahlar Şahının diğer evlatları, amcazadeler, giden büyük nurun gerideki hatıraları… Bunlar beyazdılar, bembeyazdılar, bu yüzden kendilerine verilen kaçma ruhsatını mertçe reddettiler. Hüseyin’in öldüğü yerde yaşamak onlara zül geldi, ar göründü. Onunla ölmeyi onsuz yaşamaya tercih ettiler. Bu ümitsiz oyunda kendilerine biçilen role lebbeyk dediler. Onun etrafında pervane kesildiler. Zulmet denizi öfkeyle hınçla kabardığında kendilerini o hıncın önüne fırlattılar. Azgın dalgalar o nur adacığını kemirdi kemirdi ve en son Ona dayandı. Karanlığın askerleri rollerini iyi oynamışlardı. Gövdeyi biçmeden önce o kutlu ağacın bütün dallarını budamış, köklerini sökmüşlerdi. İstiyorlardı ki geriye onu hatırlatacak hiç bir şey kalmasın. Şimdi geride bir O, bir de hasta yatağında ölümü beklenen Zeynelabidin kalmıştı. Ne var ki Allah onların basiretini bağladı. Bu yüzden nurun bu son ışığını söndürmeyi ihmal ettiler. Nereden bileceklerdi ki Kevser ırmağı o damladan yeniden doğacak ve kutlu ağaç o çekirdekle tekrar neşv ü nema bulacaktı. Allah va’dini tutacaktı. Oğlu kurtulmuştu ama şimdi sıra Ondaydı. O rahmetin ve adaletin kalbinde. Zulüm okunu bu kalbe yöneltmişti.
Son demlerini yaşayan Merhametin kalbi bakışlarını üzerine düşen gölgeye çevirdi ve kılıcı kaldıran ele baktı. Kendisini bir an evvel bu ıztıraptan kurtaracak ve kutlu dedesine kavuşturacak o bedbaht ele. Ölüm, dünya dertlerinin bitmesiydi, ölüm kavuşmaktı. Bu kılıcın bir an önce inmesi canına minnetti. Çünkü daha dün rüyasında efendimizi görmüş ve ondan; “Bize geleceksin” müjdesini almıştı. Yine de sahibini ateşe götürecek o kılıca ve o ele acıdı. Gönlünde bir merhamet denizi çalkalandı ve şu sözleri söyleme gücünü kendinde bulabildi:
-”Ey zavallı! Ben zaten Rabbime kavuşmaya gidiyorum. Ama sen beni öldürmekle kendini ebedî bir azaba mahkum ediyorsun. Kendine acı!”
Bu sözler o elin sahibini şimşek gibi vurdu. Kılıç havada asılı kaldı. Bu nasıl bir merhamet, nasıl bir merhametti. Son anında hâlâ başkasının kurtuluşunu düşünmek olsa olsa öyle bir civanmerde yakışırdı. Onun kutlu dedesi de başını yaran, dişini kıranlar için mağfiret dilememiş, şahlar şahı olan babası yüzüne tüküren müşriki affetmemiş miydi. Onların bu büyük evlâdına da böylesi yakışırdı. Hüseyin’i öldürmeye gelen adam bu sözlerle manen yeniden dirildi ve kılıcını kendisini bu işle görevlendirene yöneltti. Avı onu avlamış, merhamet onu kalbinden vurmuştu. Bu bahtiyarın bedeni cansız yere serildiğinde ruhu kurtuluş ufuklarına kanat çırpıyordu. Hüseyin’in mübarek ruhu da onu takipte gecikmeyecekti. Soyulduğunda, tam 67 yara saydılar. Öldürüldüğü ve başının kesildiği yetmemişti. Peygamberin öptüğü dudaklara sopa ile vuruldu ve o mübarek baş çöl kumlarında yuvarlandı.
Tarihin bu kanlı sahnesi geldi geçti. Ama her şeyi hatırlayan tarihin vicdanı bu sahnede rol alanlara şöyle hitap ediyor:
Ey Yezid! Ey, adı iktidar hırsıyla bütünleşmiş nefis putu. Kestirdiğin mübarek başın karşısında ağlayışın nefsin karşısındaki aczinin itirafı olmalı. Sen yanlış başlanmış işlerin yanlış sonucuydun. Sana hak etmediğin bir koltuk uzatılmıştı. Üçüncü ayağı zulüm olan bir koltuk. Onu kabul etmemeli, ona hiç yanaşmamalıydın. Yazık ki sen ona atladın ve o üçüncü ayağı masumların bedenleri üzerine oturttun. Bu da ebedîyyen lanetle anılman için yetti. Böyle olmayabilirdi. Ebedî tahtı tacı kanla bulanmış birkaç günlük saltanata değiştirmek ne kadar acı, ne kadar aldanış. Yine de tarih en azından pişmanlık gözyaşlarını lehine bir vesika olarak kaydedecektir.
Ey İbni Ziyad ya da Şimmir! İsmin değişmiş ne çıkar, sen cisimleşmiş nefs-i emmaresin. Ey, Hüseyin’in kurtuluşuna açılan her kapıyı kapatan zulmün yardakçısı. Sen her asırda yeni bir isim ve kıyafette karşımıza çıkar ve mazlumların kanıyla beslenirsin. Kötülük senin azığındır. Adın bir zaman Ebu Cehildir, bir zaman İbn-i Ziyad ve Şimmir. Şeytana adanmış kılıcın her devirde başka bir Hüseyin’in başını kesmek için zalimin hizmetindedir. Sen ebedî hırs ve ebedî aldanışsın.
Ey Kufe! Ey adı ahde vefasızlıkla bütünleşen bedbaht şehir. Yapamadığını vadetmenin bedelini herkes senin adınla hatırlayacak. Kucağına çağırdığı kuzuyu kurda teslim eden bir çobansın sen. Günler boyunca Sam rüzgarı yakıcı alevlerini masumların yüzüne savururken sen sustun. Kadın ve çocukların susuzluk çığlıklarına kulaklarını kapattın, gözlerini yumdun. Şimdi bu yakıcı hatırayı paslı bir hançer gibi böğründe taşıyor ve her muharrem ayı o büyük utancı yeniden yaşıyorsun.
Ey Sa’d bin Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer! Ey, Hüseyin’i şehit eden ordunun bedbaht komutanı ve bu sahnenin en acınacak aktörü. Sen cennetle müjdelenmiş büyük bir babanın küçücük oğluydun. Baban Uhut’ta attığı okla Peygamberin övgüsüne mazhar olmuştu. Oysa sen sadakatini isbat için bedbaht okunu onun göz nuruna fırlattın. Biliyordun ki bu fırlattığın ok senin ahiretindi. Aslında çok kötü değildin ama küçük adamdın. Bir tarafta vadedilen Rey valiliği bir tarafta Hüseyin’in kanı vardı. Ve sen, yanlış olanı seçtin. Ebedî saadeti küçük hesaplar adına elden çıkardın. Vah sana, yazık sana. Yazık, asırlar boyunca senin rolünü oynayanlara.
Ve ey Hüseyin! Ey Kerbela’nın kutlu evladı. Ey her şeyi güzel olan! Sen ölümünle de bir unutulmaz örneksin. Her Muharrem günü adı Hüseyin olanlar, ruhu Hüseyin olanlar seni son anındaki civanmertliğinle hatırlayacaklar ve o anın soluğuyla bütün hayatlarını diriltecekler. Umulur ki günahsız kanın hesap gününde o kanı dökenlerin de şefaatçisi olsun.